ZAMANIN RUHU. Zamanın ruhu kavramı; bir döneme egemen olan duygu ve düşünce tarzını ve zihniyeti ifade eder. Yani bir dönemin ruhsal ve düşünsel iklimidir, zamanın ruhu. Almanlar, zamanın ruhuna “Zeitgeist” diyorlar ve bu, birçok dilde de bu şekilde kullanılıyor. Bu kavram, ilk kez Alman filozof Johann Gottfried Herder tarafından kullanılmış, daha sonra Fransız Devrimi ile yaygınlaşmış. Bu kavramın içine belli bir zaman dilimini yansıtabilecek her şey giriyor. Düşünceler, ahlak, değerler sistemi, davranış biçimleri, imgeler, simgeler, giyiniş ve yaşantı tarzları da bu kavrama dahil ediliyor. Bu nedenle; bir insanı, bir tarihi olayı, geçmişten günümüze intikal eden istisnasız tüm metinleri, resimleri ve fotoğrafları o zamanın şartları, koşulları yani ruhu içinde değerlendirmezseniz yanlış sonuçlara varırsınız.
Evrenin var olduğundan beri değişmeyen tek kuralının değişim, dönüşüm ve evrim olduğuna dair yadsınamaz gerçekten hareketle, yaklaşık 5 milyon yıldır var olan insanlık için zamanın ruhu devamlı bir değişim halinde. Önceleri bu değişim çok ama çok yavaştı. Hatta yaşam tarzı olarak hayvan denen diğer canlılardan pek de farkı yok gibiydi. Geçen zaman içinde insanlık için biyolojik ve düşünsel olmak üzere iki tür evrim gerçekleşti ve hala devam ediyor. 5 milyon yıl önce insanın kafatası büyüklüğü 400 cm³’dü bugün ise 1400 cm³. Sadece kafatası değil, fizyonomisi de çok değişti ve bu değişim hala devam ediyor. İnsanlık için düşünsel evrimin basamakları ise fiziksel varlığının başlangıcı ile kıyasladığımızda çok uzakta değil. Düşünsel evrim, ağırlıklı olarak 100 bin yıl önce, Homo Sapiens ile başlıyor. İnsanlık bu zaman içinde çeşitli düşünme evrelerinden geçiyor. Aynı zamanda ilahiyatçı da olan Prof. Dr. Niyazi Kahveci’nin sınıflandırmasıyla düşünce evreleri;
- Biyolojik Düşünme (Sürekli vardı, hala var),
- Sihirsel Düşünme (5 milyon yıl),
- Mitolojik Düşünme (M.Ö 50.000)
- Tanrısal Düşünme (M.Ö. 10.000),
- Felsefi Düşünme (M.Ö.1000),
- Dinsel Düşünme (M.S. 300-1800) ve
- Akılcı ve Bilimsel Düşünme’dir.
Zamanın Ruhunu Değiştirebilecek Öncüler
Bugün insanlığın düşünsel evrim açısından vardığı yer; akılcı ve bilimsel düşünme evresidir. Bu aşamaya insanlık 18. yüzyıldan sonra geldi ve gelişim hızla devam ediyor. Tabii olarak insanlık için zamanın ruhu da geçmişle kıyaslanamayacak süratte değişiyor. Örneğin 50 bin, 20 bin ve hatta 2 bin yıl önce bu değişim fark edilemeyecek ölçüde yavaştı. Şimdi bırakın nesiller arasını, aynı kuşağın içinde bile zamanın ruhunun hızla gerçekleşen değişimini kolayca gözlemek mümkün olabiliyor. Ama tüm dünya aynı zaman diliminde ve zamanın ruhunda yaşamıyor! Çünkü tüm toplumlar, hatta insanlar insanlığın bugün vardığı düşünme evresinde değil. İnsanlığın yakaladığı bu düşünme evresini yakalayamayan toplumlar; insanlık için katma değer üretemeyen, kendi sorunlarını çözemeyen, refah yaratamayan mutsuz toplumlar olarak geçmiş bir zaman diliminin ruhunda yaşamaya ve sömürülmeye mahkum olmaktadırlar.
O zaman akla gelen soru şu; “Çağımızda bir toplum için zamanın ruhu nasıl değişir ve bunu kimler değiştirebilir?”. Dar anlamda bir toplum için, geniş anlamda ise insanlık için zamanın ruhunun öncüleri; bilim insanları ve sanatçılardır. Siyasetçiler ve askerler ise genel olarak statükocudur ve değişime direnirler. Rönesans, dinde reform, aydınlanma, siyasi devrimler, sanayi devrimi, monarşilerin ve teokrasinin yıkılması, akılcı ve bilimsel düşünme evresine geçiş Avrupa’da gerçekleşti. Demokrasi, insan hakları, ifade özgürlüğü, basın hürriyeti, ulus kimlik, ulus devlet ve kadın erkek eşitliği gibi kavramlar bu gelişimin ürünleriydi. Geçmişte bunların hiçbirisi yoktu.
Meleklerin Bacaklarını Dikizliyorlar
Kopernik’ten, Galilei’ye, Kepler’den Newton’a, Descartes’dan, Spinoza’dan Darwin’e kadar, hatta isimlerini sayarak bu köşeye sığdırmayacağımız daha birçok bilim insanları ve filozoflar var bu değişim sürecine katkı sağlayan. Evet bu gelişim ve değişim Avrupa’da başladı ama Avrupalı, zamanın ruhunu değiştirmeye çalışan bu öncüleri en başta benimsemedi. Avrupa’nın kralları, orduları, kiliseleri, engizisyonu bu insanları susturmaya ve yok etmeye çalıştı. Rahip, filozof ve gökbilimci Bruno’yu Roma’nın Campo de Fiori meydanında diri diri yaktılar. Çünkü bu Bruno, Polonyalı astronom Nikolas Kopernik’in ortaya koyduğu Kopernik Sistemi ile tanışınca tarikat mensubu olmaktan çıkmış ve Hristiyan inancı ile arasındaki bütün bağları koparmıştı.
Türklerde ilk Gözlemevi (Rasathane); 1421’de Semerkant’ta Uluğ Bey tarafından yaptırılmış, ünlü astronom, matematikçi ve dil bilimci Ali Kuşçu burada çalışmış ve yöneticilik yapmıştı. Osmanlı topraklarında ise zamanın ruhunu değiştirecek iklim yeşertilmedi ve öncü bilim insanları yetişemedi. İlk gözlem çalışmalarına ancak 1574’de, Takiyüddin Efendi tarafından Galata Kulesi’nde başlandı. Daha sonra 1577’de, Tophane sırtlarında Gözlemevi kuruldu. Ama bu çalışmalar uzun süreli olamadı. “Burada meleklerin bacaklarını dikizliyorlar” söylentisi üzerine, zamanın Şeyhülislamı; “Haramdır, kapanmalıdır” fetvasını verdi ve Gözlemevi 1580’de, topa tutularak yıktırıldı. Yıktıran ise Kanuni Sultan Süleyman’dı.
İlim ve Bilim
Osmanlı’nın alimi vardı ama bilim insanı yoktu ve hatta felsefecisi de. Alim, ilim yapar. İlim ise bilmek ve öğrenmek demektir. Çağdaş ve bilimsel yöntemlerle bilim yapılmadığı dönemlerin adlandırmasıdır ilim. Genel olarak var olan bilgiyi öğrenmek ve bilmek anlamındadır ve spekülatiftir. Bilgiyi üretme amacı yoktur. Dinsel düşünme evresinde, bilginin Kutsal Kitaplarda mevcut olduğu bilinirdi. 18. yüzyıldan sonra şekillenen ve latince adı “science” olan bilim ise bilgi ve bilmek demektir. Öğrenmek anlamı yoktur. Bilim; deney ve gözlemlerle kanıtlanmış, sorgulanabilir, yanlış olduğu öne sürülebilir, akla ve mantığa uygun, rasyonel üretilmiş bilimsel bilgi için kullanılır. Bilimin içinde inanca yer yoktur. Bilim ile inanç ve din, başka alanlar, başka kulvarlardır. Bilimin içine inanç ve dinsel ön kabuller koyduğunuzda o artık bilim değildir.
Şimdi sıra kritik soruda; “Niçin Osmanlı’da zamanın ruhunu değiştirecek bilim insanlarını ortaya çıkaracak iklim oluşmadı da hemen yanı başındaki Avrupa coğrafyasında bu iklim oluştu?”. Tabii ki bunun arkasında sosyo-ekonomik ve kültürel değişimin ve farklılaşmanın yanında, Avrupa’daki krallar ve prensler arasındaki rekabet de önemli rol oynamıştır. Bir kralın, prensin veya Papa’nın yok etmek istediği veya yaşam ve çalışma alanını daralttığı bir bilim insanı, kaşif veya sanatçıya fark yaratabilmek ve diğerlerine karşı üstünlük sağlayabilmek adına başka krallar veya prensler destek vermişlerdir. Ama aynı durum Osmanlı coğrafyası için geçerli olmamıştır. Kaçacak ve sığınacak yer ve vaha bu tür insanlar için var olmamıştır.
İslam Dünyasında Yenileşme Yukarıdan Aşağıya
Bugün bile, İslam coğrafyasında yenileşme, modernleşme ve çağa ayak uydurma hareketleri yukarıdan aşağıya doğru olmaktadır. Geçen gün Birleşik Arap Emirlikleri’nde (BAE) yaşayan ve Arap dünyasını yakından bilen bir dostumun verdiği bilgiye göre; Suudi Arabistan’da tepeden yapılan ve kadının yanında eşi yokken otomobil kullanabilme ve üniversitede aynı dershanede okuyabilmesine imkan yaratan yenilikler tepki yaratıyor, “din elden gidiyor” serzenişlerine ve homurdanmalarına yol açıyormuş.
Osmanlı’da da böyle oldu. Osmanlı Padişahları ve yöneticileri de Osmanlı’nın çağın gerisine düştüğünü ve değişmek zorunda olduklarını gördü. İlk gerek görülen alan ise askeriye idi. Bu nedenle yenileşme ve çağı yakalama hareketleri Osmanlı Ordusunda ve Donanmasında başlatıldı. Ama ulema, softalar, gericiler ve yobazlar, emir Padişahtan yani Halifeden geliyor bile olsa değişime karşı direndiler, değişim için istenenlerin İslam’a ve İslam Hukukuna aykırı olduğunu öne sürerek ayaklandılar ve cahil halkı da ayaklandırdılar. Bu yolda kelleler aldılar, katliamlar yaptılar, hatta padişahları ve sadrazamları bile devirdiler, katlettiler. Bu ulema ve softa kafası, matbaanın Osmanlı’ya 300 yıl sonra gelmesine neden oldu.
Ürünlerini Değil, Kafa Yapısını Almak Lazım
Osmanlı’nın yenileşme hareketleriyle Kurtuluş Savaşı sonrasında Atatürk önderliğinde yapılan Cumhuriyet’in ilanı ve Aydınlanma Devrimleri arasında büyük radikal farklılıklar var. Örneğin Osmanlı, mevcut kafa yapısını koruyarak ve akılcı ve bilimsel düşünme evresine geçen Avrupa’nın kafa yapısının ürünlerini alarak Avrupa’ya yetişebileceğini sandı. Bugün İslam dünyası, ağırlıklı olarak ne yazık ki hala bu kafada. Atatürk ise ürünlerini değil, bizzat o kafa yapısının alınmasını, akılcı ve bilimsel düşünme evresine geçilmesini ve bu yolla muasır medeniyet seviyesinin yakalanabileceğini öngördü. Yani Atatürk, Osmanlı’nın içinde yaşadığı ve çağın gerisinde kalmış olan zamanın ruhuna uymak istemedi ve devrimci bir tutum takınarak, değişimi ve çağı yakalamayı öngördü. Atatürk, asker olmasına rağmen zamanın ruhunu değiştirmeye çalışan bir öncüydü. Bu sadece Türkiye için değil, tüm İslam dünyası ve mazlum milletler için de bir öncülüktü.
Osmanlı’nın Yoktu Ama Cumhuriyetin Var!
Atatürk, evrenin değişmeyen tek kuralının değişim, dönüşüm ve evrim olduğu gerçeğinden hareketle gelecekte zamanın ruhu dayatmalarını kabullenmeyecek, isyan edecek ve değiştirecek öncüleri yetiştirebilmek için söylemleriyle ve icraatlarıyla yaşadığımız topraklarda bilime ve sanata en üst düzeyde önem vermiş ve bilim insanlarının ve sanatçıların yetişmesi için çok büyük gayretler sarf etmiştir. Osmanlı’nın bilim insanı ve dünya çapında sanatçısı yoktu ama cumhuriyetin her şeye rağmen bilim insanları ve sanatçıları var.
Bugün çağdaş çizgiyi yakalamış dünya için bile zamanın ruhu hızla değişmekte. Dijital dönüşüm, sanal evren, arttırılmış gerçeklik, yapay zekâ şeklinde adlandırılabilecek bir devrimin içindeyiz. Artık insanlık, kendi biyolojik evrimine müdahil olabilecek aşamaya geldi. Sanayi Devrimi’nden önce işgücünün yüzde 90’ı tarımda çalışırdı. Şu anda gelişmiş ülkelerde tarımda çalışan insan gücü yüzde iki. Bugün sanayide ve hizmette çalışan insan gücü, çocuklarınızdan itibaren işlerini kaybedecekler. İşlerini daha çok otomasyona, işçisiz ve ışıksız çalışan fabrikalara, robotlara, yapay zekâlara, torunlarınızdan itibaren de inorganik ve organik birliktelik içinde olan başka bir insan yapısına devredecekler.
Türkiye’de Devrime İhtiyaç Var
İktidar bu gidişatın farkında mı? Eğitimden teknolojiye ve bilime bu değişimi yakalayacak çalışmaların içinde mi? Kesinlikle hayır! Aksine, zamanı geriye doğru sarmaya çalışıyor, toplumumuz için zamanın ruhunu değiştirecek öncüler olan bilim insanlarına ve sanatçılara düşmanlık ediyor, beyin göçüne neden oluyor, bilim yuvası olmaları gereken üniversitelerimizi her geçen gün iktidara biat eden skolastik düşüncenin egemen olduğu medreseler haline getiriyor. Çağdaşlaşamayan Osmanlı, Sanayi Devrimini ıskaladı, yarı sömürge haline geldi, yıkıldı ve yok oldu. Bu sefer de ıskalarsak; üretemeyen, kendisi ve insanlık için katma değer yaratamayan, karnını bile doyurmakta zorlanan, sömürülen, itilen, kakılan, itibarı olmayan, vekalet savaşlarında kolayca gençleri cepheye sürülen, sorunlarını çözemeyen, nitelikli insanlarını çağdaş ülkelere kaybeden, ülkesinde bile yabancı şirketlerin marabaları durumuna düşen bir toplum oluruz ve bu yolda ilerliyoruz. Türkiye’de gerçekten bir devrime ihtiyaç var!
E. Koramiral Işık Biren’in İkinci Adam Yayınları’ndan piyasaya çıkan “Yaz Baba Yaz” adlı kitabı okumanızı tavsiye ederim. Henüz dörtte birlik bölümünü bitirmeme rağmen beğeneceğiniz hususunda kitabın tamamına kefilim.