16 Nisan 2017’de yapılan halk oylaması sonucunda gerçekleştirilen anayasa değişikliği ile Türkiye’de başkanlık sistemine geçildi. Her ne kadar resmi adı Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi olsa da gerçekte bu bir tip monarşi, yani tek adam yönetimi idi. Dünyada eşi ve benzeri olmayan nev’i şahsına münhasır bir sistemdi. Çünkü başkanlık sisteminin demokratik olabilmesi için denge ve kontrol mekanizmalarının olması gerekirdi. Ayrıca parlamenter sisteme göre daha da keskin kuvvetler ayrımına (yürütme, yasama, yargı) ihtiyaç gösterirdi.
Sanırım bu nedenle Ortaçağ kafası içeren bu girişime bilimsel bir hava verebilmek için Türk Tipi Başkanlık Sistemi olarak adlandırmak zorunda kaldılar. Sanki ülkemizin yönetimsel ihtiyaçları ve tarihsel gelişimi böyle antidemokratik bir sistemi zorunluluk olarak önümüze koymuş gibi.
Esasında halkın ekseriyeti, 16 Nisan 2017 tarihinde yapılan halk oylamasında demokratik iradenin sandığa “Hayır” olarak girdiğini ve iktidarın elindeki gücü kullanarak sonucun “Evet” çıktığını ilan ettirdiğini düşünüyor. Halk oylamasına “Olağanüstü Hal” şartlarında, temel hak ve hürriyetler kısıtlanmış olarak gidildi, adil ve dürüst değildi. Halk değişikliği onaylamamış ama iktidarın ifadesi ile “Atı alan Üsküdar’ı geçmiş” ve sonuç olarak halkın iradesine sahip çıkılamamıştı.
Bugün Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın anayasal olarak iki şapkası var. Birincisi Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türk Milleti’nin birliğini temsil eden Cumhurbaşkanı şapkası, diğeri ise AKP Genel Başkanı şapkası. Cumhurbaşkanının bir siyasi partinin başkanı olması -bu makamda kim olursa olsun- demokrasimiz, birlik ve beraberliğimiz ve iç barışımız için yaşamsal derecede önemli bir sakınca. Çünkü uygulamada ikinci şapkanın çıkarları birinci şapkanın çıkarlarını ve güvenliğini yok sayıyor.
Halk oylaması öncesi bunları yazdık ve anlattık. Bugün Türkiye olarak geldiğimiz yerde Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin ve Cumhurbaşkanının çift şapkalı olmasının ülkemizi nasıl felakete taşıdığını yaşayarak, fakirleşerek, tüm dünyada itibarsızlaşarak, yalnızlaşarak ve acı çekerek hep beraber gördük ve görmeye de devam ediyoruz.
Bugün Türkiye’deki rejimin demokrasiyle uzaktan veya yakından bir ilgisi yok. Bu yüzden ABD Başkanı Joe Biden'ın ev sahipliğinde 9-10 Aralık'ta gerçekleşecek olan 107 ülkenin katılacağı Demokrasi Zirvesi'ne Türkiye davet edilmiyor. Elimizi vicdanımıza koyup kendi kendimize soralım; “Türkiye’yi Demokrasi Zirvesi’ne çağırmamakla hakkımızı yemiş olabilirler mi?” diye. Tabii ki hayır! Eğer çağrılmış olsaydık, bu otoriter yönetim altında ezilen bizlere hakaret olurdu!
Bugün için ülkemizde yargının da yasamanın da üzerinde çok ağır iktidar vesayeti var. Bu nedenle yolsuzluklar eğer ucu iktidara dayanıyorsa ve dayanma şüphesi varsa araştırılamıyor. Sedat Peker, iktidara yakın bir isimdi. İktidarın azami korumasına, desteğine, ilgisine sahipti ve muhalefeti sindirmek ve etkisizleştirmek için vizyona konan korku ikliminin oyuncularındandı. Çıkarları çatıştı, şimdi kirli defterleri açıyor ve anlatıyor ama ne Meclis ne de yargı “Temiz Eller” gibi bir operasyon başlatamıyor. Oysa ki muhalefet belediyeleri hakkında yolsuzluk iddialarında bulunulsaydı, hemen sabahında evlerinden alınıp soruşturmalar açılırdı.
Bugün iktidar, vesayet nedeniyle hesap vermekten kendini kurtarabiliyor. Yarın seçimi kaybettiğinde, hem Meclis hem de yargı üzerindeki vesayet kalkınca hesap verme dönemi ister istemez başlayacak. Tabii bu hesap sorma rövanş alma veya öç alma anlamında değil. Geçmişte yapılan hukuksuzlukların, anayasa ve yasa ihlallerinin, yani işlenen suçların adil şekilde yargılanması anlamında.
İktidar, hesap verebilir olmadığından iktidardan düşmek ve muhalefete geçmek istemiyor. Halk ise korku eşiğini çoktan aştı. Artık kitlelerin ezici çoğunluğu korkmuyor. Çünkü kaybedecek hiçbir şeyleri kalmadı. Kaybedecek olan; iktidar ve yandaşları. Bu yüzden iktidardan nemalanan müteahhitler bile paralarını çeşitli yöntemlerle yurt dışına aktarıyorlar.
Kamuoyu yoklamalarının da açıkça gösterdiği gibi artık iktidarın seçim kazanma şansı yok. Erken seçimi bırakın, zamanında yapılacak seçimden yana bile değil. Asıl arzusu; seçimi çeşitli bahanelerle (savaş veya iç karışıklık) ötelemek. Ama bunlar çıkar yol değil ve bu çabaların başarı şansı yok.
Geçtiğimiz Salı (23 Kasım 2021), TL’nin dolar karşısında önlenemeyen düşüşü ve iktidarın akıllara durgunluk veren etkisizliği halkta infial yarattı ve özellikle bazı büyük şehirlerde bu durum sokak gösterilerine neden oldu.
İktidar; gerçekten ülkemiz ve milli paramız TL için beka, insanlarımız için mutsuzluk, dış dünyadaki konumumuz için itibarsızlık kaynağı, iç barışımız için tehlike olmakla birlikte FETÖ, PKK ve Emperyalizmle iş birliği yapma konusunda başkalarını suçlamayabilme hakkına sahip olmayan tek odaktır, buna dair şüphe bile yoktur.
Bu safhada tepkisel olarak sokağa dökülmek çok yanlış olur. Kışkırtmaya gelmemek lazım. Böyle bir karışıklık iktidarın yararına olur. Çünkü seçimi kazanma şansı yok. Seçim sürecini bozmaya çalışan, kazanma şansı olmayandır. Artık iktidarın karşısına -çok yanlış ve kör göze parmak sokacak bir aday olmadığı sürece- kim çıkarsa çıksın seçim kazanılır.
Tabii ki miting ve gösteri de demokratik bir hak ve sonuna kadar kullanılmalı. Bu demokratik hak, muhalefet parti veya partilerinin önderliğinde ve bir düzen içinde tüm Türkiye’de yaygınlaştırılarak ve sıklaştırılarak iktidar erken seçime zorlanmalı ve halkın provokasyona getirilmesi engellenmelidir.
Bugün 25 Kasım; “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü”. Kadın haklarını savunmak, insan haklarını savunmaktır. Kadınlara yönelik şiddete karşı olmak, insani gelişmişliğin bir ifadesidir. Özellikle din ve töre kisvesi altında kadınlarımıza ve kız çocuklarımıza yönelik şiddet uygulanması kabul edilemez. Bu konuda ilkokuldan itibaren her seviyede eğitsel ve yasal tedbirler alınmalıdır. Bu kapsamda iktidarın İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesi kabul edilemez bir durumdur. Bununla beraber, iktidarın kadının cinsiyeti üzerinden inşa etmeye çalıştığı ahlak anlayışı da çağdışıdır ve kadına yönelik şiddetin önünü açmaktadır.