97 yıl önce 28 Ekim 1923 akşamı Gazi Mustafa Kemal Atatürk Çankaya’da “Yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz” dediğinde şaşıranlar, Cumhuriyetin ne anlama geldiğini aklı ve havsalası almayanlar vardı. Ne yazık ki bugün, o gün şaşıranların da çok ama çok gerisinde bir zihniyet ülkemizi yönetiyor. İşte bu yüzden ülkemiz felakete doğru sürükleniyor, Ortadoğu bataklığına saplandık, tüm dünyada ötekileştik, ekonomimiz iflas etti, toplumumuz ayrıştı ve kamplaştı, demokrasi ile yönetilmeyen ülkeler sınıflandırmasına dâhil edildik ve tek adam yönetimin egemen olduğu, hukukun ve adaletin olmadığı bir ülke haline geldik.
Kayıtsız şartsız teslim olmuş, Ordusu ve Donanması dağıtılmış bu topraklarda Atatürk, mücadeleye 19 Mayıs 1919’da Samsun’dan başlar. İkinci durak Amasya’dır ve 22 Haziran’da yayınlanan genelgede “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” ortak açıklaması yapılır. Buradan da açıkça bellidir ki Mustafa Kemal, mücadeleyi halka dayanarak yapacaktır. Daha sonra Erzurum ve Sivas Kongrelerini toplar, 27 Aralık’ta Millî Mücadelenin merkezi yapmayı planladığı Ankara’ya gelir ve 23 Nisan 1920’de, yani Samsun’a ayak basışının 11’inci ayında TBMM’yi açar. Demek ki Atatürk, Cumhuriyetin ilanına 28 Ekim 1923’de birdenbire karar vermemiş, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a Cumhuriyet ve halk egemenliği fikirleri ile çıkmış, mücadeleye başlamış ve adım adım gerçekleştirmiştir.
Teşhisi Doğru Yapmıştı
Atatürk, başından beri mücadelesini halka dayandırdı ve TBMM’yi Millî Mücadelenin ve Cumhuriyetin temel taşı yaptı. Çünkü Atatürk aydınlanmacıydı, çağdaştı, Osmanlı’nın niçin hasta adam olduğunun, parçalandığının, yıkıldığının teşhisini doğru yapmıştı.
Osmanlı, durup dururken enkaz haline gelmemiş ve yıkılmamıştı. Gerçekten, Avrupalıların dediği gibi hasta adamdı. Esasında; Osmanlı Hanedanı dâhil Osmanlı’yı yönetenler de bu hastalığın farkındaydı ama hastalığın ne olduğunu tam olarak anlayamıyor ve teşhisi doğru koyamıyorlardı.
Esas Olan Kafa Yapısını Almaktı
Osmanlı’da ilk yenileşme ve değişmeye çalışma hareketleri 17.Yüzyılın başına kadar gider. Osmanlı’yı yönetenler, her alanda Avrupa’nın gerisinde kalındığını görünce ve askeri olarak hep yenilgiye uğrayınca Avrupa’nın ürettiklerini alarak onlara yetişeceğini sandı. I. Meşrutiyet, Tanzimat, Islahat Fermanları ve II. Meşrutiyet, bu sanının iyi niyetli ama hastalığın teşhisini doğru koyamamış girişimleriydi.
Bu girişimler kısmi faydalar sağladı ama hastalığı tedavi etmedi. Esas yapılması gereken; Avrupa’yı Avrupa yapan, daha başarılı kılan ve o üretimi doğuran düşünüş biçimini yani kafa yapısını almaktı. Avrupa’nın bu kafa yapısına ulaşmasının arkasında ise uzun, sancılı ve hatta kanlı bir süreç vardı. Kopernik’ten, Galilei’ye, Kepler’den Newton’a, Descartes’dan, Spinoza’dan Kant’a ve Darwin’e kadar isimlerini sayarak bu köşeye sığdırmayacağımız daha birçok bilim insanları ve filozoflar var bu sürece katkı sağlayan.
Tek Adam Yönetimleri Ortaçağa Aitti!
Bu kafa yapısı; aydınlanma demekti! Bu zihin durumu; Ortaçağın dinsel düşünce sisteminden akılcı ve bilimsel düşünce sistemine geçilmesi ve aklın özgürleşmesi demekti. Tabii ki bu değişimin arkasında bilimde, felsefede ve sanatta yapılan Rönesans ve dinde yapılan Reform vardı! Bu gelişmeler Tek Adam Yönetimlerini (Monarşi) sonlandırdı, insan hak ve özgürlükleri gibi kavramları ortaya çıkardı, Fransız Devrimi dâhil siyasi devrimlere neden oldu, Sanayi Devrimini ve bugün ulaşılan Endüstri 4.0’ı yarattı.
Sokrates’in öğrencisi ve Aristotales’in öğretmeni olan ve Eflatun olarak da bilinen antik Yunan filozofu Platon’a göre aydınlanmamış kafa; doğuşundan beri mağaraya zincirlenmiş, algıları dışarıdan yansıyan gölgelerle oluşan insan gibidir. Dışarıdaki gerçekleri anlatsanız da inanmaz! Yani aydınlanma ve aydınlatma zor bir iştir. Yüzyıllar sürmesinin, acılı ve kanlı olmasının bir nedeni de budur.
Aydınlanma Erginleşmektir
Felsefe tarihinin en önemli isimlerinden biri olan Alman Filozof Immanuel Kant; “Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır” diyor. Fransız Devrimi’ni etkilemiş Cenevreli Filozof Jean-Jacques Rousseau ise aydınlanmayı “çocukluktan çıkış” olarak nitelendiriyor.
97 yıl önce Türkiye’de ilan edilen Cumhuriyet, bir aydınlanma, çağdaşlaşma ve uygarlaşma projesidir. Bu proje ile geri kalmış veya bırakılmış bir milletin çağdaş medeniyet seviyesini yakalama mücadelesi başlatılmıştır. Bu proje ile egemenlik gökten yere indirilmiş ve halka verilmiş, kul yani köle olmak yerine, yurttaş olma onuruna erişilmiştir.
Aydınlanmaya Batı da Karşıydı
Cumhuriyetin ilanından sonra yapılanlar esasında Aydınlanma Devrimleriydi. Bir anlamda Platon’un alegorisine (simgelerle benzetme) referans yaparsak toplumu mağaranın dışında neler olduğunun farkındalığına ulaştırma, Kant ve Rousseau’ya atıf yaparsak toplumu çocukluktan çıkarma, erginliğe ulaştırma ve aklını özgürleştirme mücadelesiydi. Tabii ki tabiatı itibarıyla bu zorlu bir mücadeleydi, inişli çıkışlı olarak Cumhuriyet tarihimiz boyunca hep devam etti, bugün de iktidara rağmen sancılı olarak hala devam ediyor ve edecek. Çünkü Türkiye’yi yöneten iktidar aydın değil, aydınlanma karşıtı ve aydınlanma felsefesi açısından söylemek gerekirse; insanlığın erginliğe erişmemiş çocukluk dönemi zihin yapısına sahip.
Ulus devlet, ulus kimlik, insan hak ve özgürlükleri, kadın erkek eşitliği, egemenliğin kayıtsız şartsız millette olması, laiklik ve demokrasi gibi kavramlar; insanlığın düşünsel evriminin aydınlanma ile ulaştığı sonuçlardır. Yani Sayın Erdoğan’ın söylediği gibi bu kavramlar Batı taklitçiliği değildir. Batı da Papalık, krallar, kilise ve engizisyon gibi kurumlarıyla bu kavramlara karşı mücadele etmişti. Ama sonunda yenildiler! Ümmet kimliği de çağdışıdır ve geçmişe aittir.
Diyanet İşleri Başkanı Anayasa İhlali Yapıyor
İktidarın destek verdiği tarikatlar ise aydınlanmanın önündeki en büyük engeldir. Çünkü tarikatlarda şeyhler müritlerin parası ve emeği dâhil her şeylerinden, hatta cinselliğinden bile faydalanır, sömürür ve sandıkta da oyunu yönlendirir. Müritlerin akılları ise tarikat şeyhinin tam kontrolü altındadır.
Sözleri ve eylemleri ile anayasamızın temel ilkelerinden laikliğe karşı ağır ihlaller yapan Diyanet İşleri Başkanı’nın son günlerde yaradılış ve ahiret hakkında söylediklerinin ne teolojik ne de bilimsel bir karşılığı vardır. Bu söylem; Diyanet İşleri Başkanı’nın aydınlanma düşmanlığı yaptığını ve iktidar tarafından kurgulanan sömürü düzeninin sürdürülebilirliği açısından toplumun zihinsel olarak çocukluk dönemi akıl durumunun devamından yana olduğunu gösterir.
Atatürk’ün Dindarlarla Sorunu Olmadı!
“Cumhuriyetçiyim” demekle Cumhuriyetçi olunmaz. Devletin adında Cumhuriyet olması da o devletin bir Cumhuriyet olduğunu göstermez. 21. Yüzyılın ilk çeyreğinin sonuna doğru yaklaşırken Cumhuriyetin anlamı;
Demokrasidir veya demokrasiye giden yoldur.
Egemenliğin gökten yere indirilmesi ve halka verilmesidir.
Dinin inanç ve itikatla sınırlandırılması, siyasetten, devletten, hukuktan ve eğitimden elinin ve eteğinin çektirilmesidir.
Çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmaktır.
Akıl ve bilimin dünyevi yaşamın referansı olmasıdır.
Kadın-erkek eşitliği, insan hak ve özgürlükleridir.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ve Cumhuriyetin dinle ve dindarlarla bir sorunu olmamıştır. Ama dincilerle, din simsarlarıyla, dini cinsel ihtiyaçları, ticari girişimleri ve siyasal ihtirasları için kullanan ve kirletenlerle hep sorunu olmuştur. Eğer birisi veya birileri din referansını kullanarak Atatürk’e ve Cumhuriyete saldırıyorsa, bilin ki din simsarıdır.
Bugün sancılı da olsa, aydınlanma ve çağdaşlaşma karşıtları tarafından yönetiliyor da olsak; emin olun ki biz Cumhuriyet değerlerine sahip çıkanlar güçlüyüz ve kötü günler geçecektir, şüpheniz bile olmasın. Gücümüz akıldan, bilgiden, bilimden, çağdaş değerlerden ve ilkelerden gelir. 97’inci yaşını idrak ettiğimiz bugün, Cumhuriyet Bayramımızı kutlarım.