Ukrayna’da şehirler ve altyapıları tahrip ediliyor, insanlar yaşamlarını kaybediyor, aileler parçalanıyor ve nüfusun üçte biri evini terk etmiş durumda
Bu hafta sonu, halen devam eden Ukrayna Savaşı’nın beşinci ayını bitiriyoruz. Ukrayna’da şehirler ve altyapıları tahrip ediliyor, insanlar yaşamlarını kaybediyor, aileler parçalanıyor ve nüfusun neredeyse üçte biri evini barkını terk etmiş durumda. Ama kimin umurunda? Savaşları durdurabilmek için diplomasiye ve müzakereye ihtiyaç vardır. Ama siz, Moskova ile her türlü müzakereye karşıysanız savaşın devamından yanasınız demektir. Ukrayna neredeyse topraklarının dörtte birini kaybetmiş durumda ama Devlet Başkanları Volodimir Zelenski savaşmaya devam edeceklerini ve kaybettikleri toprakları geri alacaklarını söylüyor veya bunu söylemesi isteniyor. Zelenski, ABD’ye ve onun liderliğindeki Avrupa’ya güvenerek ülkesinin ve insanlarının yok olması pahasına savaşı devam ettirmek istiyor ama bunu yaparken de önemli bir gerçeği göz ardı ediyor. Rusya da bu süreçte bazı açılardan elbette yıpranır ama bu savaşı kaybetmez. ABD’nin yaptığı da Ukraynalıların ölümü ve Ukrayna’nın yok oluşu üzerinden stratejik çıkar sağlama hedefine ulaşmaya çalışmaktır.
Artık 24 Şubat Öncesi Gibi Olmaz
Bu kirli savaşın çıkması Minsk Anlaşmasına saygı gösterilmesi ve Ukrayna’ya tarafsızlık güvencesi verilmesi karşılığında engellenebilirdi. Ancak bunun yerine Donbas’ın bombardımanı gibi bir provokasyonu ve tansiyonu tırmandırmayı seçtiler. Elbette ki istenirse bu savaş bugün de durdurulabilir. Ama bu sefer şartlar 24 Şubat öncesindeki gibi olmaz. Daha başka tavizlere de ihtiyaç duyulur. Bu, sadece bizim yaptığımız değerlendirme de değil.
Geçtiğimiz Mayıs’ta, Davos’ta düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu’nda ABD Dışişleri eski Bakanı Henry Kissinger da özetle; Ukrayna’nın Rusya’nın şartlarını kabul etmesi gerektiğini, Batı’nın Rusya’yı yenilgiye uğratmaya çalışmaktan kaçınmasını, müzakerelerin en geç iki ay içinde başlamasını, bu sürecin uzamasının Ukrayna’nın özgürlüğü ile ilgili değil, Rusya’ya karşı başlatılan yeni bir savaş ile ilgili olacağını söyledi.
Haziran Zirvelerinin Sonuçları
Anlatmaya çalıştıklarımın hiçbiri Rusya’yı bu savaşta suçsuz bulduğum anlamına gelmez. Putin tabii ki işgalden ve yıkımdan sorumludur. Ama ABD de bu işgali kışkırtmaktan, Avrupa ise ABD’ye kolayca teslim olmaktan, dümen suyuna girmekten, kışkırtmanın bir parçası olmaktan dolayı sorumludur. Ayrıca bu gelişmeler; AB’nin ABD ilişkilerinde arzuladığı ve en yetkili ağızlarından dile getirdiği “Stratejik Özerklik” çabalarının da şimdilik sonunu getirmiştir.
Geçen ay, dünya bir dizi zirveye sahne oldu. Brüksel’de AB, Almanya Bavyera’da G-7 ve Madrid’de NATO Liderlerleri zirveleri yapıldı. Ortak olarak konuşulan konular; Ukrayna Savaşı, güvenlik, enerji ve gıda konularıydı. Madrid’de ise bunların üzerine esas konu olarak “NATO Stratejik Konsepti” konuşuldu. Genel olarak çıkan sonuç ise; Ukrayna Savaşı’nın devamı, Ukrayna’ya daha fazla silah yardımı, Rusya’ya yönelik yeni yaptırım paketleri, başlatılan İkinci Soğuk Savaş’ın tırmandırılması, daha fazla kamplaşma ve kutuplaşmaydı. Bu gidişle ileride verecekleri silahları kullanabilecek tek bir Ukraynalı kalmayacak ve silahlarla beraber vekalet savaşçısı da göndermek zorunda kalacaklar.
Bir Dahaki Sefere “Çin de Tehdittir” Yazılacak
İlk iki zirveden farklı olarak Madrid Zirvesi’nde 2030'a kadar NATO politikalarına yol gösterecek olan “Stratejik Konsept” kabul edildi. Belge, Birinci Soğuk Savaş’ın (1949-1990) sona ermesinden bu yana ilk kez Rusya'dan açık bir tehdit olarak söz ediyor ve Çin'i bir sorun kaynağı olarak işaret ediyordu. Muhtemelen gelecek NATO Stratejik Konseptinde “Çin de açık olarak tehdittir” ifadesi bulunacak. Nereden mi biliyorum? Sonuçta; “Perşembe’nin gelişi Çarşamba’dan bellidir”. Ben de geçmişte bu tür stratejik konsept çalışmalarının içinde bulunduğumdan iyi biliyorum.
ABD’de okullara, fabrikalara ve işyerlerine nükleer savaş ve tedbirleri ile ilgili olarak uyarılar gönderiliyor. Bu da gösteriyor ki; dünya Küba Krizi de dahil hiçbir zaman nükleer savaşın uçurumuna bu kadar yakın olmadı. NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg “Rusya ve Çin kurallara dayalı dünya düzenini baltalıyor” diyor. Sayın Sekretere soruyorum: Hangi düzen? Kimin belirlediği düzen? Irak’a ve Libya’ya müdahale etmek hangi kurallar içinde izah edilebilir? ABD hangi gerekçe ile ve nereden yetki alarak Suriye topraklarında asker bulunduruyor?
NATO Hint-Pasifik Bölgesine Doğru Büyüyecek
ABD küresel anlamda tek oyun kurucu ve kural koyucu olmak istiyor. Bu kapsamda Birinci Soğuk Savaş bitiminde kazandığı tek kutuplu dünya düzenini de devam ettirmek istiyor. Ama gelişmeler çok kutuplu veya en azından iki kutuplu bir dünya düzenine doğru evirildiğimizi gösteriyor. ABD ise buna direnç gösteriyor ve engellemeye çalışıyor. Ukrayna Savaşı bunun sonuçlarından biri. Küresel boyuttaki gıda güvenliği, küresel açlık tehlikesi, yükselen enerji fiyatları, enflasyon, pahalılık, faizlerin artması ve işsizlik bu mücadelenin sonuçlarından bazıları.
ABD bu mücadelede NATO’yu kullanıyor, bu maksatla genişletiyor ve artık Atlantik-Avrupa Bölgesi’nin ötesinde Ortadoğu’ya ve Hint-Pasifik Bölgesi’ne doğru büyütmek istiyor. Gerçekten ABD’nin çıkarları ve stratejik hedefleri bunu gerektiriyor. Ama Türkiye’nin çıkarları ve hedefleri bunu gerektirmiyor! Hatta İspanya’nın da, Macaristan’ın da, Bulgaristan’ın da Yunanistan’ın ve hatta Fransa ve Almanya’nın da!
Tony’den Farklı Düşünüyorum
Daha geçen gün İngiltere’nin eski Başbakanı Tony Blair; Batı’nın siyasi ve ekonomik hegemonya döneminin sona erdiğini, Çin’in ikinci bir süper güç olarak yükseldiğini, dünyanın en azından çift kutuplu ya da muhtemelen çok kutuplu olacağını söyledi ve çözüm olarak da hemen harekete geçmeyi, silahlanmayı ve savaşa hazır olmayı önerdi.
Küresel gelişmelere Tony Blair’in baktığı gibi bakmıyorum. Tabii ki ben de tarafsız değilim. Bakış açımın kaynak noktası Türkiye’nin gelecek nesilleri de içine alacak şekilde güvenliği ve çıkarlarıdır. Gerek Türkiye’nin gerekse insanlığın geleceği çok kutupluluktan geçer. Tek kutupluluk ve tek hegemonik güç; dengesizlik halidir. 1991’den 2022’ye yaşadıklarımıza bakın; sanırım ne demek istediğim anlaşılır.