98. yılını idrak ederek kutladığımız Cumhuriyet, Türkiye için gerçekten bir çağdaşlaşma, aydınlanma ve toplumsal değişim projesiydi. Çok zorlu şartlar altında gerçekleşti. Projenin sahibi Atatürk’tü. Şevket Süreyya Aydemir’in 1963-1965 yılları arasında kaleme aldığı Mustafa Kemal Atatürk’ün hayatını anlattığı biyografi, inceleme ve araştırma kitabını “Tek Adam” olarak adlandırmasının nedeni Atatürk’ün adeta yalnız olmasıydı.
O olmasaydı Cumhuriyet projesi gerçekleşmezdi. En yakın silah arkadaşları bile Kurtuluş Savaşı daha zaferle sonuçlandırılmamışken hilafet ve saltanat konusunda Mustafa Kemal’den güvence istemişlerdi.
Silah ve Devrim Arkadaşları
Atatürk’ün iki farklı alanda mücadele arkadaşları vardı. Birincisi Silah Arkadaşları, ikincisi ise Devrim Arkadaşlarıydı. Örneğin; Rauf Orbay ve Kazım Karabekir gibi çok önemli silah arkadaşları iş değişime yani Cumhuriyet ve devrimlere gelince yol ayrımına geldiler. Cumhuriyet’in karşısındaydılar. Ama Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk’ün devrim arkadaşıydı. Atatürk’ün silah arkadaşı İsmet İnönü ise hem Kurtuluş Savaşı hem de Cumhuriyet ve Devrimler sırasında Atatürk’ün yanında oldu ve destek verdi.
Osmanlı son dönemde çağa ayak uydurabilmek için sayısız girişimler yaptıysa da kimliği, tüm kurumları ve toplumsal yapısı ile bir Ortaçağ devleti idi. Bulunduğu coğrafyada durumu sürdürülebilir değildi. Yanı başında Avrupa’da meydana gelen değişikliklerin ve gelişimin dışında kalmıştı. Radikal bir değişime ihtiyacı vardı ama değişim zordu. Hele kurumsal ve toplumsal değişim daha da zordu! Ama evrenin değişmeyen tek kuralı değişim ve evrimdi. Bu kuralın dışında kalanlar ayıklanıyor ve yok oluyordu.
Kırılma Anı
Öyle toplumsal kırılma anları vardır ki; değişime mecbur eder, yaşamsal açıdan değişime sizi zorlar. Böylesi değişim anları acı verse de travmalar yaratsa da yaşamsallık açısından şarttır. Osmanlı’nın I. Dünya Savaşı sonunda yenilmesi, Mondros Mütarekesi ile teslim olması ve başkenti İstanbul’un bile işgal edilmesi çok büyük bir kırılma anıydı. Bu olmasaydı, bir Ortaçağ devleti olan Osmanlı’nın yanı başında Avrupa’da gerçekleşen Rönesans, reform, aydınlanma, siyasal ve endüstri devrimleri gibi değişimleri ıskalayan çağdışı bir yapıdan Cumhuriyet gibi çağdaş bir düzene geçişi mümkün olamazdı.
Bugün bile ülkece başımıza gelen felaketlerin ana nedenleri; iktidarın Cumhuriyet projesini anlamamış olması, kazanımlarını aşındırması ve Osmanlı’nın Ortaçağ düzenini geri getirmeye çalışmasıdır.
Yarın Cumhuriyet’i İlan Edeceğiz
98 yıl önce, 28 Ekim 1923 akşamı Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Çankaya’da “Yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz” dediğinde şaşıranlar, Cumhuriyet’in ne anlama geldiğini anlayamayan ve kavrayamayanlar vardı. Kurtuluş Savaşı sırasında Mustafa Kemal ile beraber mücadele eden silah arkadaşlarından bazıları Cumhuriyet ve sonrası değişim yüzünden karşısında oldular ve hatta işi ona karşı suikast düzenlenmesi mertebesine bile getirdiler.
Ne yazık ki bugün, o dönemde Cumhuriyetin ilan edilmesi kararına şaşıranların da gerisinde olan bir zihniyet ülkemizi yönetiyor. İşte bu yüzden ülkemiz felakete doğru sürükleniyor. Bu yüzden Ortadoğu bataklığına saplandık, tüm dünyada ötekileştik, ekonomimiz iflas etti, toplumumuz ayrıştı ve kamplaştı, demokrasi ile yönetilmeyen ülkeler sınıflamasına dâhil edildik ve tek adam yönetiminin egemen olduğu, hukukun ve adaletin olmadığı bir ülke haline geldik.
Mustafa Kemal Tarihi Fırsatı Kaçırmadı
Kayıtsız şartsız teslim olmuş, ordusu ve donanması dağıtılmış bu topraklarda Atatürk, mücadeleye 19 Mayıs 1919’da Samsun’da başlar. İkinci durak Amasya’dır ve 22 Haziran’da yayınlanan genelgede “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” ortak açıklaması yapılır. Bu söz, yaşadığımız topraklarda ilk defa söylenmiştir ve devrim niteliğindedir. Buradan da açıkça bellidir ki; Mustafa Kemal mücadeleyi halka dayanarak yapacaktır. Erzurum ve Sivas Kongrelerinin ardından 27 Aralık’ta Millî Mücadelenin merkezi yapmayı planladığı Ankara’ya gelir.
11 Nisan’da Vahdettin, Meclis-i Mebusan’ı kapatır. Çünkü burada çoğunluk askerdir ve İttihat ve Terakki Partisi üyesidir. Yani bu Meclis’in Sevr’i onaylaması mümkün değildir. Vahdettin ise saltanatını korumak derdinde olduğundan İngilizleri üzmek istememektedir. Bu nedenle sorunu çözmek için Meclis’i kapatır. Mustafa Kemal bu tarihi fırsatı hemen kullanır ve 12 gün sonra, 23 Nisan 1920’de yani Samsun’a ayak basışının 11’inci ayında, Ankara’da Meclis’i açar ve Sevr’i onaylayanı vatana ihanetten yargılayıp asacağını ilan eder.
Vahdettin’in Tek Derdi Vardı!
Vahdettin haindi ve İngilizlerin merhametine sığınmıştı. Hatta öyle İngilizciydi ki; İzmir’i İngilizlerin işgal edeceğini sanarak Nisan 1919’da bir Heyeti Nasiha (Nasihat Heyeti) oluşturup Ege Bölgesine göndermiş, bu heyetle halkı işgale hazırlamış, dahası İzmir’de direnişi örgütleyen Nurettin Paşa’yı görevden alarak İngilizci İzzet Paşa’yı İzmir’e atamıştı. Vahdettin’in tek derdi vardı; saltanatını kurtarmak!
Sakarya Meydan Savaşı’nın devam ettiği günlerde, 1 Eylül 1921’de Yıldız Sarayı’nda görkemli bir düğün yapılır ve Vahdettin 5’inci evliliğini kendisi 61 yaşında iken 18 yaşında olan Nimed Nevzad hanımla yapar. Vatan evlatları Anadolu’yu düşmana karşı savunup savaşırken, bir bir şehit düşerken!
Bir Gecede Karar Verilmedi
İngiltere başta olmak üzere Birinci Dünya Savaşı’nın galipleri Almanya ile Avusturya-Macaristan İmparatorluklarındaki saltanatlara son verip hanedanları kovmasına rağmen, Osmanlı saltanatı ve hanedanı için bunu yapmamıştır. Bu kararı almalarındaki en önemli neden; özellikle büyük Müslüman nüfusları yöneten İngiltere’nin aynı zamanda Halife de olan Osmanlı Padişahını kullanmak istemesidir. Tabii ki Padişah Vahdettin’in de kullanılmaya elverişli olması önemli bir etkendir!
Atatürk, Cumhuriyetin ilanına 28 Ekim 1923’de birdenbire karar vermemiş, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a Cumhuriyet ve halk egemenliği fikirleri ile çıkmış, mücadeleye başlamış ve adım adım ilerlemiştir. Atatürk, başından beri mücadelesini halka dayandırmış ve TBMM’yi Millî Mücadelenin ve Cumhuriyetin temel taşı yapmıştır. Çünkü Atatürk aydınlanmacıydı, çağdaştı, Osmanlı’nın niçin hasta adam olduğunun, parçalandığının ve yıkıldığının teşhisini doğru yapmıştı.
Osmanlı Hasta Adamdı
Osmanlı, durup dururken enkaz haline gelmemiş ve yıkılmamıştı. Gerçekten, Avrupalıların dediği gibi hasta adamdı. Esasında Osmanlı’yı yönetenler de bu hastalığın farkındaydı ama hastalığın ne olduğunu tam olarak anlayamıyor ve teşhisi doğru koyamıyorlardı.
Osmanlı’yı yönetenler her alanda Avrupa’nın gerisinde kalındığını görünce ve askeri olarak hep yenilgiye uğrayınca, Avrupa’nın ürettiklerini alarak onlara yetişilebileceğini sandı. I.Meşrutiyet, Tanzimat, Islahat Fermanları ve II.Meşrutiyet, bu sanının iyi niyetli ama hastalığın teşhisini doğru koyamamış girişimleriydi.
Alınması Gereken Kafa Yapısıydı
Bu girişimler kısmi faydalar sağladı ama hastalığı tedavi edemedi. Çünkü esas yapılması gereken; Avrupa’yı Avrupa yapan, daha başarılı kılan o üretimi doğuran düşünüş biçimini yani kafa yapısını almaktı. Ama Avrupa’nın bu kafa yapısına ulaşmasının arkasında uzun, sancılı ve hatta kanlı bir süreç vardı.
Kopernik’ten Galilei’ye, Kepler’den Newton’a, Descartes’dan Spinoza’ya, Kant’a ve Darwin’e kadar isimlerini sayarak bu köşeye sığdırmayacağımız birçok bilim insanı ve filozof bu sürece katkı sağlamıştı.
Akılcı ve Bilimsel Düşünce
Bu kafa yapısı, aydınlanma demekti! Bu zihin durumu, Ortaçağ’ın dinsel düşünce sisteminden akılcı ve bilimsel düşünce sistemine geçilmesi ve aklın özgürleşmesi demekti. Tabii ki bu değişimin arkasında bilimde, felsefede ve sanatta yapılan Rönesans ve dinde yapılan Reform vardı! Bu gelişmeler; “Tek Adam” yönetimlerini (Monarşi) sonlandırdı, insan hak ve özgürlükleri gibi kavramları ortaya çıkardı, Fransız Devrimi de dâhil bazı siyasi devrimlere neden oldu, Sanayi Devrimini ve bugün ulaşılan Endüstri 4.0’ü yarattı.
Felsefe tarihinin en önemli isimlerinden biri olan Alman filozof Immanuel Kant; “Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır” diyor. Fransız Devrimi’ni etkilemiş olan Cenevreli filozof Jean-Jacques Rousseau ise aydınlanmayı “çocukluktan çıkış” olarak nitelendiriyor.
Toplumu Erginliğe Ulaştırma
98 yıl önce Türkiye’de ilan edilen Cumhuriyet, gerçekte bir aydınlanma, çağdaşlaşma ve uygarlaşma projesidir. Bu proje ile geri kalmış veya geri bırakılmış bir milletin çağdaş medeniyet seviyesini yakalama mücadelesi başlatılmıştır. Bu proje ile egemenlik gökten yere indirilmiş ve halka verilmiş, kul yani köle olmak yerine, yurttaş olma onuruna erişilmiştir.
Cumhuriyetin ilanından sonra yapılanlar esasında Aydınlanma Devrimleriydi. Bu devrimler bir anlamda Platon’un alegorisine (simgelerle benzetme) referans yaparsak toplumu mağaranın dışında neler olduğunun farkındalığına ulaştırma, Kant ve Rousseau’ya atıf yaparsak toplumu çocukluktan çıkarma, erginliğe ulaştırma ve aklını özgürleştirme mücadelesiydi. Tabii ki tabiatı itibarıyla bu zorlu bir mücadeleydi, inişli çıkışlı olarak Cumhuriyet tarihimiz boyunca hep devam etti, bugün de iktidara rağmen -sancılı olarak- hala devam ediyor ve edecek. Çünkü Türkiye’yi yöneten iktidar aydın değil, aksine aydınlanma karşıtıdır ve aydınlanma felsefesi açısından söylemek gerekirse insanlığın erginliğe erişmemiş çocukluk dönemi zihin yapısına sahiptir.
Ümmet Kimliği Çağdışıdır!
Ulus devlet, ulus kimlik, insan hak ve özgürlükleri, kadın-erkek eşitliği, egemenliğin kayıtsız şartsız millette olması, laiklik ve demokrasi gibi kavramlar; insanlığın düşünsel evriminin aydınlanma ile ulaştığı sonuçlardır. İktidarın yetkili ağızlarının söylediği gibi bu kavramlar “Batı Taklitçiliği” değildir. Batı’da da Papalık, krallar, kilise ve engizisyon gibi kurumlar bu kavramlara karşı mücadele etmişti. Ama sonunda yenildiler! Ümmet kimliği de çağdışıdır ve geçmişe aittir.
İktidarın destek verdiği tarikatlar, aydınlanmanın önündeki en büyük engeldir. Çünkü tarikatlarda şeyhler müritlerin para ve emekleri dâhil her şeylerinden, hatta cinselliklerinden bile faydalanır, sömürür. Seçimde oylarını bile yönlendirir. Müritlerin akılları, tarikat şeyhinin tam kontrolü altındadır.
Diyanet İşleri Başkanı Ne Yapıyor?
Sözleri ve eylemleri ile anayasamızın temel ilkelerinden laikliğe karşı ağır ihlaller yapan Diyanet İşleri Başkanı’nın son günlerde yaradılış ve ahiret hakkında söylediklerinin ne teolojik ne de bilimsel bir karşılığı vardır. Bu söylemler, Diyanet İşleri Başkanı’nın aydınlanma düşmanlığı yaptığını ve iktidar tarafından kurgulanan sömürü düzeninin sürdürülebilirliği açısından toplumun zihinsel olarak çocukluk dönemi akıl durumunun devamından yana olduğunu gösterir.
“Cumhuriyetçiyim” demekle cumhuriyetçi olunmuyor. Devletin adında “Cumhuriyet” kelimesinin bulunması da o devletin bir Cumhuriyet olduğunu göstermez. 21.Yüzyılın ilk çeyreğinin sonuna doğru yaklaşırken Cumhuriyetin anlamı;
Demokrasidir veya demokrasiye giden yoldur.
Egemenliğin gökten yere indirilmesi ve halka verilmesidir.
Dinin inanç ve itikatla sınırlandırılması, siyasetten, devletten, hukuktan ve eğitimden elinin eteğinin çektirilmesidir.
Çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmaktır.
Akıl ve bilimin dünyevi yaşamın referansı olmasıdır.
Kadın-erkek eşitliği, insan hak ve özgürlükleridir.
Cumhuriyet’in Dindarlarla Bir Sorunu Olmamıştır
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ve Cumhuriyetin dinle ve dindarlarla hiçbir zaman bir sorunu olmamıştır. Ama dincilerle, din simsarlarıyla, dini cinsel ihtiyaçları, ticari girişimleri ve siyasal ihtirasları için kullanan ve kirletenlerle hep sorunu olmuştur. Eğer birisi veya birileri din referansını kullanarak Atatürk’e ve Cumhuriyete saldırıyorsa, bilin ki din simsarıdır.
Bugün sancılı da olsa, aydınlanma ve çağdaşlaşma karşıtları tarafından yönetiliyor da olsak, emin olun ki biz Cumhuriyet değerlerine sahip çıkanlar güçlüyüz ve bu kötü günler geçecektir, şüpheniz bile olmasın. Gücümüz; akıldan, bilgiden, bilimden, çağdaş değerlerden ve ilkelerden geliyor. 98’inci yılını idrak ettiğimiz Cumhuriyet Bayramımızı yürekten kutlarım.