İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesinin ardından 1946’da başlayan iki kutuplu dünya sistemi 1989 yılına kadar sürmüştü. Soğuk savaşın bitmesiyle birlikte iki kutuplu dünya sisteminin yerini bu kez Tek Kutuplu Atlantik Dünya düzeni almıştı.
İçerisinde bulunduğumuz süreçte de tek kutuplu(Atlantik) dünya sisteminin yerini çok kutuplu(Asya) dünya düzeni almaya başlamıştır.
Dünya düzeninde meydana gelen bu değişim ve dönüşüm kendisini çok farklı şekillerde hissettirmeye başlamıştır!
"Okyanusları kontrol eden, ticareti ve enerjiyi de kontrol eder" anlayışı çerçevesinde dünyayı birbirine bağlayan kara, tren, hava ve deniz yoları çok kutuplu yenidünya düzeni aktörlerinin birbirleriyle kıyasıya mücadele verdikleri alanlar olarak her geçen gün daha da öne çıkmaktadır. Hatta öyle ki bu alanlara kutuplar ve uzayı da eklemek gerekiyor!
Hatırlanacağı üzere, ABD Başkanı Donald Trump, San Diego'da askerlere yaptığı bir konuşmada; "Benim uzay konusundaki yeni ulusal stratejim uzayı tıpkı kara, deniz ve hava gibi bir savaş alanı olarak tanımlıyor. Hava Kuvvetlerimiz var, Uzay Kuvvetlerimiz de olacak" şeklinde konuşmuştu!
ABD, 2024’de Artemis Uzay Programı ile uzayı savaş alanı, dünyanın uydusu olan Ay’ı da bir silah platformu olarak kullanmaya hazırlanıyor!
İşte böyle bir süreçte, Türkiye ile KKTC, Akdeniz’de uluslararası hukuk zemininde hak, çıkar ve menfaatlerini korumaya yönelik son derece önemli bir mücadele örneği veriyor. Libya anlaşması ise verilen bu mücadelede son derece önemli milat olmuştur.
Türkiye ile KKTC’nin Doğu Akdeniz’deki Mavi deniz yetki alanlarının(Mavi Vatanlarının) gasp edilmek istenmesine yönelik girişimler, hatırlanacağı üzere Seville Üniversitesinin 2000’li yılların başında yayınladığı uluslararası deniz hukukunun tüm kural ve içtihatlarını yok sayan sözde sınırlandırma haritası ile gündeme gelmişti!
Rum yönetimin 2004’de tek yanlı olarak ilan ettiği ve geçerliliği tartışmalı Münhasır Ekonomik Bölgeleri(MEB) işte bu Seville haritasına dayanmaktadır!
Uluslararası hukuk açısından hiç bir değeri bulunmayan, Seville haritası, tek kutuplu dünya düzeni temsilcilerinin destekleriyle süreç içerisinde Yunanistan ve GKRY üzerinden Türkiye ve KKTC’ye dayatılmaya çalışılmıştır!
Türkiye’nin bu süreçte uluslararası hukuktan kaynaklanan 189 bin kilometrekare olan Mavi Vatanı, Seville haritası ileri sürülerek Yunanistan ve Rum yönetimi üzerinden gasp edilmeye çalışılmış, Türkiye 41 bin kilometrekare denizalanı içine sıkıştırılmak istenmiştir!
Seville haritası, 27 Kasım 2019 günü Türkiye ile Libya arasında imzalanan "Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırma" anlaşması ile ortadan kalkmıştır.
Türkiye ile KKTC, Yunanistan ve Rum yönetiminin AB üzerinden Ege ve Doğu Akdeniz’de ortaya koymaya çalıştıkları sözde MEB tezlerine karşı vermiş olduğu uzun soluklu mücadele sonucunda bu durumu Mavi Vatan tezi ile çürüterek Seville haritasının hiçbir geçerliliği olmadığını ortaya koymayı başarmışlardır.
Mavi Vatan adı üzerinde ülkeye ait vatan parçasıdır. Vatan kavramı artık sadece topraktan, kara parçasından meydana gelmemektedir. Bu bağlamda ülkelerin toprakları yanında hava sahaları(Gök Vatan) ve deniz yetki(Mavi Vatan) alanlarının da artık vatan kavramı dâhilinde olduklarını doğru şekilde idrak etmemiz gerekiyor. Vatanın her bir parçası egemenlik ve beka konusudur! Bu durum asla hafife alınıp geçiştirilecek bir durum değildir..
Türkiye ile Libya arasında imzalanan anlaşmayı kabullenmek istemeyen tek kutuplu dünya düzeni temsilcilerinin yaygara kopartmalarını anlamak mümkün de, iç kamuoyunda benzer tonda eleştiriler yapılmasını anlamak inanın hiç mümkün değil!
Öyle anlaşılıyor ki bazı çevrelerin ya bilmedikleri için ya da muhalif bir yaklaşım sergilemek adına Akdeniz’in ve Libya Anlaşması’nın Türkiye için ne kadar önemli olduğunu hala inatla anlamamazlıktan gelmeye devam ettikleri gözlemlenmektedir.
Birkaç hafta önce yazdığım bir yazıda 1071’de Selçuklulardan başlayarak günümüze kadar olan süreçleri ele aldığım bir değerlendirmemde Doğu Akdeniz ve Ortadoğu bölgesine, bunun yanında özellikle de Suriye ve Libya’nın önemlerine değinmiştim.
Daha da gerilere gitmek gerekirse Akdeniz ve Kuzey Afrika’daki ticaret yollarının kontrolü için Roma ile Kartaca’lıların Pön Savaşları’nı ele alarak değerlendirmek gerekir sanırım!
Türkiye ile Libya arasında imzalanan anlaşma olmazsa Türkiye Doğu Akdeniz’de 189 bin kilometrekare olan alanını kaybetmekle karşı karşıya kalıp bu bağlamda 41 bin kilometre kare alana sıkıştırılmak isteniyor!
Bu bağlamda bir diğer konuya geçecek olursak, Türkiye-Libya anlaşması sonrasında adeta kıyamet kopartan ülkelerin kısa bir süre içerisinde normale dönmeleri sizce de şaşırtıcı değil mi?
Türkiye-Libya anlaşması sonrasında başta İtalya olmak üzere birçok ülkenin Türk tarafına karşı bir yumuşama ve yakınlaşma eğilimi içerisine girdikleri görülmektedir. Yine bu çerçevede Türkiye ile Libya anlaşmasının hukuki durumunu tartışmaya açmak isteyenlerin ses ve soluklarının kesildikleri görülmektedir.
İtalya ve Fransız donanmalarının Türk donanması ile Akdeniz’de ortak askeri eğitim çalışmaları yaptıkları gözlerden kaçmamaktadır. İtalya, son dönemeçte Eastmed projesine imza koymaktan geri durdu. Yunanistan ve Rum yönetiminin yaşanan bu gelişmelerden son derece rahatsız oldukları görülmektedir.
Türkiye’deki enerji nakil hatlarına(TANAP–TÜRKAKIM) alternatif olarak ileri sürülmeye çalışılan EastMed” projesine ilişkin olarak İtalya Dışişleri Bakanı Di Maio geçtiğimiz hafta, “Doğu Akdeniz Doğal Gaz Boru Hattı Projesi, EastMed maliyet ve inşaat süreci bakımından orta ve uzun vadeli bir seçenek olamaz” açıklamasında bulundu! Bu son derece ayakları yerine basak isabetli bir değerlendirme olmuştur. Yıllardır bunun böyle olduğunu yazıp anlatmaya çalışıyoruz!
Bundan sonraki süreçte İsrail ve Mısır’ın da Türkiye-Libya anlaşmasına benzer anlaşmalar yapabilme potansiyellerinin oldukça kuvvetli bir ihtimal olduğu günden güne artan bir ses tonunda dillendirilmektedir.
Türkiye’nin Akdeniz ve Afrika’da bulunan ülkeler ile son dönemde ikili ilişkilerini geliştirmesi göz ardı edilmeyecek önemli gelişmelerdir. Türkiye’nin kısa bir süre önce Cezayir’e gerçekleştirmiş olduğu ziyaret yine bu anlamda son derece büyük bir öneme sahiptir. Türkiye Cezayir dışında Tunus ve Fas gibi bölge ülkeleri ile olan ilişkilerini de bu anlamda gün geçtikçe daha da güçlendirmelidir. Bir takım ülkeler nasıl hiçbir sınırı olmamasına karşın Doğu Akdeniz’de ve Ortadoğu’da hareket ediyorlar ise, Türkiye’de o ülkelerin kendilerine ait olarak gördükleri bölgelerde geçmişten gelen tarihi ve kültürel zemini ileri çıkartarak bunun üzerinden boy göstermelidir.
Dünya’da enerjinin referans kuruluşlarından olan Rystad Energy’nin yayınladığı 2019 Doğu Akdeniz haritası incelenecek olursa Kıbrıs Türk varlığı ve Türk Deniz sınırlarının tanımlanmış olduğu görülecektir.
Bu tür uluslararası kuruluşlara milyarlarca dolar verseniz yayınlayacakları haritalarda bir tek santim bile değişiklik yaptıramazsınız. AB’nin dayatmaya çalıştığı sözde Sevilla Haritası, görüleceği üzere Rystad Energy’nin yayınladığı 2019 Doğu Akdeniz haritasında yoktur.
Dolayısıyla Sevilla haritasının artık yok hükmünde olduğu uluslararası organizasyonlar tarafından da ortaya konulmaktadırlar!
Doğu Akdeniz’de büyük bir satranç mücadelesi sergilenmiştir! Satranç bilindiği üzere 16 taş ile oynanır. Taraflar oyun esnasında çeşitli stratejiler geliştirerek birbirini alt edebilmek için bu bağlamda yemleme ve tuzaklar kurgularlar. Satrançta 16 taş ile başlayıp 16 taş ile oyun bitiren yoktur! Elbette kendi tezinizi kabul ettirene kadar verdiğiniz mücadelede kazançlarınız olduğu gibi küçükte olsa kayıplarınızın da olabileceği unutulmamalıdır!
Türkiye, Libya anlaşması hamlesi ile oyunu kazanmıştır. Sevilla haritası ve beraberindeki tüm kurgu ve kirli tezgâhlar çökertilerek ortadan kaldırılmıştır!
Yunanistan ile Rum tarafında birçok gazeteci, akademisyen, milletvekili ve parti başkanları Libya konusunda yanlış ata oynadık. Türkiye’yi öcü olarak göstermek yerine kendileri ile ticari işbirliği yapmayı denemeliydik. Yanlış yapıyoruz. Yanlıştan bir an önce dönmemiz gerek, türden ifadelerin yer aldığı çeşitli yazılar yazıp, TV programlarında bunları dillendirmektedirler.
Türkiye ve Rusya’nın Libya’daki ateşkes çağırısında şimdilik bir sonuç elde edilmiş gibi görünüyor. Rusya ve Berlin’de birbiri ardına toplanan Libya Konferanslarında eğer bir başarı sağlanmışsa, bu başarı da Türkiye’nin rolü son derece önemli olduğu görülmelidir. Türkiye ile Libya arasında imzalanan anlaşma Doğu Akdeniz’de bir milat olmuştur.
Savaş baronu Hafter güçlerinin bu aşamadan sonra ne yapacağı merak konusudur. Libya’nın 48 milyar varil kanıtlanmış petrol rezervi ile 1,5 trilyon metreküp kanıtlanmış doğalgaz rezervi olduğu biliniyor. Bu da öyle anlaşılıyor ki Hefteri taşeron olarak öne süren uluslararası bazı aktörlerin iştahlarını kabartıyor! Hafteri taşeron olarak ileri süren aktörlerin bu aşamadan sonra hangi adımları atacaklarını merakla bekliyoruz.
Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti artık yalnız değildir! Artık yanında Türkiye vardır. Türkiye artık bir nevi Libya’nın garantörü pozisyonundadır! Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti gerek Doğu Akdeniz’de gerekse ülke içindeki ayaklanmacı güçlere karşı artık daha güçlüdür.
Hafter milisleri ateşkesin devam ettiği bir süreçte Trablus'taki Uluslararası Mitiga Havaalanı'na füze saldırısında bulundu. Savaş Baronu Hafter sivil uçakları vurma tehdidinde bulundu. Hafter’in ateşkese uymaması acaba ne anlama geliyor? Zaten Hafter ateşkes anlaşmasını da imzalamayarak sözlü olarak kabul etmişti! Acaba Hafteri taşeron olarak kullanan aktörler bu durum neticesinde ne elde etmek istemektedirler? Perde gerisinde bir takım pazarlıklar mı yapılmaktadır? Tüm olanlar neticesinde Hafter'in havaalanını füzelerle vurması ve sivil uçakları da vurma tehdidinde bulunmasının kendisine meşruluk kazandırmayacağı iyi bilinmelidir!
Fransa, 2011’de Kaddafi’ye karşı oluşturulan uluslararası koalisyonun başında idi. O süreç içerisinde Fransa, bir yandan Afrika Birliği tarafından Libya’da barışı sağlamaya yönelik müzakereleri sürdürme süreçleri içerisinde yer almış. Hem de Birleşmiş Milletler’in onayı ile 20 Mart 2011 tarihinde Libya’yı bombalamaya başlamıştı! Yaşanan bu gelişmelerin devamında da Kaddafi öldürülmüştü.
Kaddafi’nin öldürülmesinin ardından oluşan boşluk siyasi bölünmelere, yasa dışı silah ticaretinin artmasına, terör örgütlerinin güçlerini artırmasına, iç savaş ve insan ticareti gibi daha pek çok olumsuzlukların meydana gelmesine neden olmuştur.
Yaşanan bu gelişmelerin ardından Trablus’u başkent yapan Fayiz es-Serrac başkalığındaki Ulusal Mutabakat Hükümeti BM tarafından meşru hükümet olarak tanınmıştır. Libya halkının yüzde 80’e yakının bu bölgede yaşadığı ifade edilmektedir.
Libya’da iç savaşın başladığı günden buyana Fransa’nın politikasını anlamak pek mümkün değildir. Bir taraftan Libya’da barış görüşmelerine katılıp, diğer yandan ise Libya’yı bombalamıştır.
Fransa devletinin resmi söylemlerine bakıldığında, kulağa pek inandırıcı gelmese de Libya’da taraflar arasında arabuluculuk faaliyetlerinde bulunuyormuş gibi bir algı yaratmaya çalıştığı görülmektedir! Fransa’nın bu bağlamda hem Serrac hükümetine hem de Hafter darbeci güçlerine ekonomik ve askeri desteklerde bulunduğu iddia edilmektedir!
Savaş baronu Hafter’i destekleyen bir başka aktör Mısır Cumhurbaşkanı Sisi ile beraber ortak hareket eden Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un önümüzdeki süreçte, öyle anlaşılıyor ki Rum yönetimi ile Yunanistan gibi Libya’da yanlış ata oynamak istemediği görülmektedir!
Fransa Cumhurbaşkanı Macron, artık bir karar aşamasına gelmiştir! Önümüzdeki süreçte Libya’da hangi tarafa destek vereceğini tercih etme arifesindedir!
Gelinen süreçte Türkiye-Libya anlaşmasını fiili ve hukuki olarak işlemez bir hale getirmek maksadıyla Fransa, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Mısır ve Yunanistan’ın Hafter kuvvetlerine askeri ve finansal desteklerini artırdıkları bu bağlamda Türkiye karşıtı bir blok oluşturmaya yönelik hamlelerde bulundukları gözlemlenmiştir!
Akdeniz'de mevcut olan enerji kaynaklarının paylaşımı sorunu, büyük güçlerin stratejik olarak yeni meydan okumaları ile bir belirsizlik sürecine doğru sürüklense de, Libya'da ve Akdeniz’de Türkiye’yi dışlayan her türlü senaryo sonuçsuz kalacaktır. Hiç kuşkusuz ki barışı sağlamanın yolu Türkiye'den geçmektedir.
Fransa Cumhurbaşkanı Macron, artık bir karar aşamasına gelmiştir! Önümüzdeki süreçte Libya’da hangi tarafa destek vereceğini tercih etme arifesindedir! Fransa’nın da İtalya gibi gerek Libya konusunda gerekse diğer birçok konuda geçmişe göre daha aklıselim davranarak Türkiye ile uyumlu bir politika izleyeceğini düşünüyorum.
Yine Doğu Akdeniz bağlamında, Türkiye ile Libya anlaşması benzerlerinin süreç içerisinde İsrail, Lübnan, Suriye ve Mısır ile de yapılmasının gündeme gelmesinin mümkün olacağını düşünüyorum. İsrail, Lübnan ve Mısır’ın Türkiye ile deniz yetki anlaşması imzalamasının çok daha karlı olacağı haritalar ve rakamlar ile ortaya konmuş durumdadır. Bu aşamada söz konusu anlaşmaların gerçekleşebilmesi için uygun zemin ve ortamların olgunlaşması gerekiyor. Zaman her şeyin ilacıdır diye boşuna dememişler…
Türkiye, Somali’nin daveti üzerine Doğu Afrika’da petrol araması yapmaya hazırlanıyor. Uluslararası toplumun yüz çevirdiği Somali’ye Türkiye destek olmaya çalışıyor. Türkiye, Somali’ye destek verirken bu vesile ile artık Doğu Afrika’da, Aden Körfezi ile Hint Okyanusu’nda…
Türkiye, Kara Deniz’de, Ege’de, Doğu Akdeniz’de, Akdeniz’de, Okyanuslarda. Hatta Kutuplarda Antartika’da. Türkiye, Ortadoğu’da, Asya’da, Uzak Doğu’da, Libya’da, Suriye’de, Cezayir’de. Tunus, Fas vb diğer bölge ülkelerinde de olmalı. Türkiye artık uzay platformu içerisinde de olması gerektiği şekilde yer almalıdır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün, "İstikbal Göklerdedir" sözünü söylediği konuşmasında başka neler söylediğini sanırım pek bilmiyoruz! Bakınız, Atatürk, 3 Mayıs 1935 günü Türkkuşu Okulu Açılış töreninde "İstikbal Gölklerdedir" dediği konuşmasında ayrıca; "Bundan sonra insanlığın hizmetine girecek en büyük gelişmeler havacılık alanında olacaktır. Hatta gün gelecek insanoğlu uzaya gidecek, başka dünyalara gidecek, Ay'ı ve benzeri gezegenleri bile fethedecektir. İşte bu çağdaş savaşlar da göklerde üstün olan uluslar tarafından kazanılacaktır” diyerek daha o günlerden göklerin ve uzayın önemine işaret etmiştir.
Türkiye’nin bu anlamda bir sonraki hedefi uzay platformu içerisinde yer almak olmalıdır. Milli uzay programını hazırlamak ve bu kapsamda projelerin hayata geçirilmesini sağlamak amacıyla Türkiye Uzay Ajansı, NASA örnek alınarak kuruldu.
Türkiye Uzay Ajansı başkanı Serdar Hüseyin Yıldırım’ın “Özellikle askeri operasyon noktasında iş farklı boyutlara gitmeye başladı. 10 yıl içinde uzayda olmayanın dünyada da sözü olmayacak.” şeklinde bir açıklaması var. Bu açıklama bana ABD başkanı Trum’un uzay ile ilgili açıklamasını hatırlattı doğrusu!
Netice itibarı ile yakın bir gelecekte öyle anlaşılıyor ki, uzayda olmayanın dünyada da sözü olmayacak. Dünya’da da bu anlamda okyanuslara, önemli geçiş yollarına ve kavşaklara yönelik etkisi olmayanların da söz hakkının olmayacağı açık.
Türkiye, 15 Temmuz 2016 sonrasında önemli bir paradigma değişim sürecine girmiştir. Türkiye’nin, Rusya, Çin ve İran gibi devletlerle olan tüm ilişkilerini her geçen gün daha da geliştirdiği görülmektedir. Tek kutuplu Atlantik dünya düzeninin, çok kutuplu Asya dünya düzenine dönüşme süreci hızla yoluna devam etmektedir.
Önümüzdeki süreçte bakalım gerek Doğu Akdeniz’de, gerek Libya Anlaşması konusunda, gerek Libya’da, gerek okyanuslarda gerek çok kutuplu dünya düzeninde ve gerekse uzay’da ne gibi yeni gelişmelerin yaşanacağını hep birlikte bekleyip göreceğiz.
Türkiye, FETÖ ayaklanma girişimi sonrasında çok kutuplu dünya düzeni temsilcilerinden Çin, İran ve Rusya ile ilişkilerini geliştirmesi neticesinde gücüne güç katarak dünyada son serece önemli katalizör ve denge unsuru bir konuma sahip önemli bir aktör konumuna gelmiştir.
Türkiye, son yıllarda gerek enerji yatırımları, gerek ekonomik girişimleri, gerek teknolojik hamleleri, gerekse maden potansiyelleri ile kendisini ileri taşırken bu bağlamda Antartika’ya Türk Bayrağı’nın dikilmesi ve uzay araştırmaları konularında da önemli seviyelerde gelişmeler kaydedilmesiyle tüm dikkatleri üzerine çekmektedir.
Bu bağlamda yaşadığımız olaylardan yola çıkarak içerisinde bulunduğumuz süreçte eller uzaya giderken, Türkiye’nin yaya kalması mı isteniyor? Esas önemli olan mesele budur diye düşünüyorum…